Geçtiğimiz gün bu köşeden Kayseri İl Müftümüze birkaç serzenişte bulunmuştum.
“İstanbul İl Müftülüğü hayaliniz mi, yoksa yukarı kattaki tefrişat mı? Üç milyonluk iş bu mu?” diye sormuştum.
O yazının ardından yaklaşık üç aya yakındır ertelenen buluşmamız nihayet gerçekleşti.
Makamında oturduk, konuştuk.
Ben aklımdakileri açıkça dile getirdim, Müftümüz de yine açık yüreklilikle cevap verdi.
Öncelikle 4–6 yaş grubu Kur’an kurslarıyla ilgili birkaç konumuz vardı; onları da konuşmak istiyordum en nihayetinde hem sorularımı sordum hem de bu yaş grubunun eğitim koşullarına dair notlar aldım.
Fakat herkesin merak ettiği o “misafirhane” mevzusu konuşmanın merkezinde yer aldı.
Meğer işin aslı şuymuş..
Misafirhane yeniden düzenlenmiş, güzel olmuş; fakat “herkes” kalamıyor.
Aileyle girilemiyor, yalnız olanlar kalabiliyor.
Yani evli olmanız ya da bekar olmanızın pek bir önemi yok; yalnızsanız buyurun, kalın.
Ücretsiz olması güzel; ama “herkes” lafının altında yine seçmecelik olduğu hissi var gibi..
Bu da ayrı bir tartışma konusu.
Sohbet ilerlerken biraz da tebessümle “Siz isterseniz ben bir hatırım var ise Cumhurbaşkanımızdan şahsen ricacı olayım, sizi İstanbul Müftüsü yapması için” dedim.
Müftü Bey gülümsedi ve dedi ki: “İstanbul Müftüsü olmayı kim istemez? Ama mesele İstanbul hayaliyle değil, Allah rızası için yapılan iş.”
Bu söz hem hoşuma gitti hem de sorumluluğun büyüklüğünü hatırlattı.
Lafla değil icraatla ölçülür bu makamlar.
Vakıf, cami ve çevresindeki bazı uygulamalar da konuşuldu.
Müftülüğün yanındaki caminin altındaki ticarethaneler gündeme geldi.
“Onlar benim dönemimden önce yapılmış, kiraya verilmiş” dedi.
Ruhsatları varmış, adamlar işlerine bakıyormuş; vakıf yöneticilerinden de teyit aldı.
Evrak tamsa hukukî olarak bir sorun görünmüyor olabilir; ama meselenin ruhu, milletin gözü ve kamusal ahlakı başka bir şeydir.
Caminin altını ticarethane yapmak, o mekâna biçilen anlamı tartışmaya açabilir.
Ve geldik herkesin diline düşen asıl iddiaya: kaçak elektrik.
Müftü Bey konuyu da açıkça anlattı: “Hukuki süreç devam ediyor. Kiracıyı çıkaramıyoruz, çünkü sözleşmesi var.”
Evet, hukuka saygı şart; sözleşmeler önemlidir.
Ama burada konuşulan, sadece bir faturanın değil; devletin, milletin malı olan elektrik enerjisinin gaspı.
Bunu açıkça söylemek lazım: Mesele, senin kiracın hırsız ise, onu bir an önce def etmekle başlar.
Devletin, milletin elektriğini kaçak kullanan bana göre haindir.
Hainden, hırsızlıktan uzak durmak lazım. “Sözleşme var” demek bazen öyle hafifletici bir cümleye dönüşüyor ki, vicdanın sesini susturabiliyor..
Hukukî süreç sürüyorsa beklemeliyiz; ama beklemek, suçu meşrulaştırmak anlamına gelmemeli.
Bir de şu basit akıldan bahsedeyim..
Biz faturamızı tıkır tıkır ödeyen insanlarız.
Vergimizi veriyoruz, elektriğimizin bedelini ödüyoruz.
Eğer caminin, müftülüğün ya da vakfın altındaki bir işletme devletin elektriğini kaçak kullanıyorsa, bu milletin hakkını gasp etmektir.
“Sözleşme var” cümlesiyle bu hırsızlık saklanamaz; hukukun kılıfı, vicdanın yarasını örtemez.
İster resmi dosya ister kiracı sözleşmesi deyin — yanlış, yanlıştır.
Daha da açık konuşayım..
Hukuk kılıfına sığınıp hırsızı muhafaza ediyorsanız, o makamın itibarı sarsılır.
İdarenin, dini kurumun saygınlığı zarar görür.
Millet, caminin minaresine değil, içerideki adalete bakar.
Adalet terazisi bozuldu mu, orada ne büyük hayaller ne de büyük makamlar bir anlam taşır.
Sonuç olarak, görüşme benim için aydınlatıcı geçti...
Müftümüz de sorularıma cevap verdi.
Fakat mesele kapanmadı.
Eğer gerçekten “Allah rızası için yapılan iş” anlayışı hâkimse, gereği yapılır; emanet korunur.
Eğer değilse, önce emanete sahip çıkmak, sonra da hırsızı kapı dışarı etmek gerekir.
Devletin, milletin elektriğini çalmakla iş olmaz.
Hainden uzak durmak lazım.






