Demir kapılar, soğuk duvarlar, ağır kilitlerin arasında yankılanan bir ses vardır bazen:
“Ya Resûlallah…”
Bu ses, pişmanlığın, özlemin, mahcubiyetin ve umudun sesidir.
Bir cezaevinin sessiz koridorlarında yankılanır;
bir mahkûmun kalbinden doğar, göklere yükselir.
Biz ceza vaizleri, her gün o demir kapılardan geçer, umutla ve sevgiyle o yüreklerin yanına gideriz.
Görevimiz sadece anlatmak değil, yeniden inşa etmektir.
Çünkü her suçun arkasında bir yaralı vicdan, her cezanın ardında yeniden doğmak isteyen bir ruh vardır.
Bizim işimiz, o ruha dokunmaktır; Kur’an’ın, Peygamber’in sıcak nefesiyle o kalbi ısıtmaktır.
Bir kandil günüydü…
Koğuşlara bir afiş astık:
“Peygamber Efendimize Mektup Yazıyoruz.”
İsmini “Resûlullah’a Mektuplar” koyduk bu çalışmanın.
Kiminin kalemi titredi, kiminin gözyaşları mürekkebe karıştı.
Yüzlerce mektup geldi…
Kimi sessizce yazmış, kimi ağlaya ağlaya.
Kimi, “Ben hiç senin yolundan gitmedim Ya Resûlallah” diye başlıyordu cümleye…
Ama hepsinde bir özlem, bir pişmanlık, bir dönüş arzusu vardı.
Bir mektup…
O mektup, hepimizi susturdu.
Bir mahkûmun içtenliğiyle, bir evladın itirafıyla doluydu:
“Ya Resûlallah, ben hiç senin yolundan gitmedim.
Annem, babam bana Allah’ın, Peygamber’in yolundan git dediler,
ama ben hep başka yollara saptım.
Uyuşturucuya bulaştım, hırsızlık yaptım, insanlara zarar verdim.
Ve bir gün, bütün o karanlıkların sonunda cezaevine düştüm.
Yalnızdım, korkuyordum… Kalacağım koğuşa bırakılmıştım. İçeride benim gibi 35 kişi vardı ama yapayalnızdım. Kimseyi tanımıyordum.
O gün kandil günüymüş, bilmiyordum.
Hocalar sakal-ı şerifi getirdiler.
O an, ilk defa seninle karşılaştım Ya Resûlallah…
Hiç yönümü dönmediğim halde, izinden, yolundan gitmediğim halde, sen dönüp beni buldun.
Sakal-ı şerifin karşısında dizlerim çözüldü.
Gözlerimden yaşlar süzüldü. Seninleydim.
O gün tövbe ettim, kendime ve Allaha söz verdim, bir daha o karanlık günlere dönmemeye.. namaza başladım,
Kur’an öğrenmeye başladım, nafile oruçlar tutmaya başladım.
Artık seninle yaşıyorum Ya Resûlallah.
Çünkü o günden sonra, ben hiç yalnız değilim.”
O mektubu okuyan ve dinleyen herkes ağlıyordu.
Ama en çok ağlayan, kandil gecelerinin “bidat” olduğunu söyleyen jüri içindeki öğretmen hocamızdı…
Gözyaşlarıyla titreyen sesiyle sadece şunu diyebildi:
“Ne büyük hata etmişim… Sakal-ı şerifin bir kalbi böyle diriltebileceğini hiç düşünmemiştim.”
Ve oracıkta bu tavrına pişman olup tövbe etti.
Çünkü bir emare, bir emanet, bir hatıra bazen bir ömre bedel olur.
Evet, biz bu milletin çocuklarıyız.
Bu millet, Peygamber’ine olan muhabbetini taşlara, toprağa, gözyaşına işlemiş bir millettir.
Biz kandil gecelerini sadece bir ritüel olarak değil,
bir vesile, bir diriliş fırsatı olarak görürüz.
Çünkü kandiller, karanlıkta kalan ruhların kandilidir.
Bir mahkûmun kalbinde yanan o küçük ışık,
belki de yüzlerce kişinin hidayetine vesile olur.
Sakal-ı şerif, sadece bir kıl değildir;
ümmetin Resûl’üne duyduğu aşkın canlı şahididir.
Taş duvarlar arasında bile
bir kalp, bir mektup, bir tövbe
Peygamber’in nuruyla aydınlanabiliyorsa,
işte o zaman biliriz ki,
hiçbir kapı sonsuza dek kapalı değildir.
Hiçbir yürek tamamen karanlıkta kalmaz.
Yeter ki bir kandil yakılsın,
Yeter ki bir yürek “Ya Resûlallah” desin…
Son söz:
Belki biz o mahkûmun adını unuturuz,
ama o mektup, Resûlullah’a ulaşmıştır.
Ve belki, bir gün o mektubun sahibi,
Cennet kapısında Resûlullah’ın tebessümüyle karşılanacaktır.
İşte o zaman anlayacağız:
Bir sakal-ı şerif, bir gönül, bir gözyaşı... bazen bir hayatı kurtarır.






