Benim biraz çocuksu tarafım vardır. Anlattığım bir meselede duygusal bir konu varsa kendimi kontrol edemem. Galiba merhametin kişiliğimde yaşama biçimine dönüşüş bir hali olsa gerek. Bundan pek de şikâyetçi değilim.
Esas şikâyetim; gençliğimizde hamurumuzu yoğurması gereken bizi eğitenlerin verdiği engizisyon zulmüdür: Lise döneminde, Saltanatın Kaldırılmasını ödev olarak veren hocanın talebine, “Kaldırılmasa iyi olurdu, Batı’da; mesela İngiltere’de, Fransa’da, Hollanda da, Belçika’da, Hatta Japonya’da krallıklar imparatorluklar var, ama oralarda demokrasi de var. Biz, saltanatın getirdiği birikimi İslam dünyasında kullanabilirdik”, diye yazdım. Üstelik meslek dersleri hocası; bir ilahiyatçının tahrik ve öncülüğünde beni disipline verdiler, buradan da mahkemeye göndereceklerini söylediler. Üç günlük bir mücadelede üç asırlık manevi linçi yaşadım ve paçamı yine kendi yazıp yayınladığım malzemelerimle kurtarabildim. Bunu yapan adam, bir gün, bir gece tam saat 0.2’de beni telefonla arıyor ve yaptıklarını kabul ederek affedilmesini istiyordu. Ettim mi?...
Lise dönemimin acıları bunlarla sınırlı mı kaldı? Değil, Malazgirt Zaferini, 900. Kutlama yılı arifesinde piyes olarak yazdım, 15 gün boyunca okulumda sergiledim. Hatta birçok ilde de sahneye kondu. Her gün izleyicilerin karşısına; gururumuz, iftiharımız, öğrencimiz, piyesimizin yazarı diye beni sahneye çıkarıp alkışlattılar. Sene sonuna gelince, dışarıdan gelen inançsız hocaların linçine maruz kaldım ve zalimce bir intikam almak için kompozisyondan bütünlemeye bıraktılar. Okul yönetimim ve hocalarım beni koruyamadı.
Liseli olmanın heyecanı içerisindesiniz, çeşitli dergilerde şiirleriniz yayınlanıyor. Ankara’dan bir Yayıncı “Gençlik Bu” adıyla antoloji yapıyor ve şiirlerinizden buraya alıyor. Gönderdiği kitapları okul müdürü bana ulaştırmadan topluca kalorifer kazanında yaktırıyor. Neymiş, ‘edebiyat, şir senin neyine!’
Biz bu belaların arasından sıyrılarak bu günlere geldik. Bitti mi hayır! Daha felaketlisini gördüm:
Yükseköğrenimim döneminde, bir Pakistanlı hocanın, Kıbrıs harekâtının o netameli günlerine Türkiye’de Yunancayı öğrendiğini söylemesi ve “Türkçeye pis bir dil” demesi üzerine, kendisine tepki göstererek “Pis olan senin kör zihniyetindir”, dedim. Adam imtihanda beni dersinden sınıfta bıraktı. İtiraz ettim okul idaresi şahsıma hakaret ederek beni dışladı. Bunun üzerine kâğıdımı Danıştay’a götürdüm, orası önce yürütmeyi durdurdu, arkasından İlahiyat Fakültesi’nin dil hocalarına cevap kâğıdımı inceletti. Geçer not aldım, ama okul yönetimi anayasal bir hak olmasına rağmen, yürütmeyi durdurma kararını uygulamadı, böylece devamsızlıktan sınıfta kaldım. Bu hoca da kırk yıl sonra beni arayıp buldu, kusurunu kabul edercesine, “Yazlık ev için arsa arıyormuşsun, sana bir arsa verip şu ahiret borcundan kurtulayım” dedi. Kabul ettim mi?
Bugünlere buna benzer tuzakları kıra kıra gelebildik. Bir şiirimde; “Beni çekiçle, koy örse, döv de şekil ver n’olursun” derim. Çünkü örs ve çekil kılıcın hayat suyudur. Biz de eğitimin o alevinde bu merhametsiz insanların darbeleriyle dövüle örselene bugünlere geldik. Bir şiirimde, bunu da dile getiririm:
“Sevdayı kucaklayıp acıyı ana bildik,
Sevgi coğrafyamızın mihrabına yöneldik.
Biz, hoşgörü burcuna bayrak olma uğruna,
Kahır tezgâhlarından şekillenerek geldik.”
Fıtratında var olan merhameti kapalı tutan insanların ağır darbelerinde yoğrulduk. Dönüp geçmişime bakıyorum, acaba bir insana böyle bunlar gibi; ‘bir küçük haksızlığım var mı’ diye? Şükür beni mahcup edecek bir günahım olmadı.
Edebiyat camiasındaki sarsıntılara gelince, Buradaki saldırılara direnmek aslında başlı başına bir kahramanlıktır. İlkel rekabet duygusuyla birbirini acımasızca yiyen insanlar karşınıza çıkabiliyor. Sabır ve ısrarla bunlara katlanamazsanız yol almanı mümkün değil!
Bunları niye yazıyorum? Seksen yaşın getirdiği fırtınaların içindeyiz. Ömrün sınırını Rabbim tayin eder. Sağlığım olduğu sürece yazmayı sürdürmek isterim. Çünkü bir insana ışık olabilirsek bütün insanların aydınlığına kap açmış oluruz diye düşünüyorum.