Hep Ankara’dan gelirdi… Onun geleceği gün evimiz bambaşka bir bayram havasına girerdi. Daha kapıdan içeri girmeden sesini duyunca yüzümüzde güller açardı. Kendine has kahkahasıyla, tatlı sert konuşmalarıyla ve sevimli tavırlarıyla evin neşesi olurdu.
Geldiğinde ilk iş, babama yaramazlıklarından dolayı çeki düzen vermek için söze başlardı. Ben en çok o anları izlemeyi severdim. Babam, amcamın karşısında süt dökmüş kedi gibi susar, sadece “tamam abi” derdi. Çocuk gözlerimle buna şaşar, “babam gibi birini susturabilen tek kişi amcam” diye düşünürdüm. Amcamın sözü ağırdı, karşısında herkes bir parça toparlanırdı.
Sonra yine Ankara’ya dönerdi… Bizimse gözlerimiz yolda kalırdı, yeniden gelişini beklerdik.
Bazen babam beni de Ankara’ya götürürdü. Amcamların Yeni Mahalle’deki evine varmak, benim için küçük bir şehre yolculuk gibiydi. Amcamin Hanımı Emin yengemin kahvaltı sofrası hâlâ gözümün önünde; peynirin, zeytinin, mis gibi çayın kokusu hâlâ burnumda. İlk defa televizyonu onların evinde görmüştüm. Gözümü kırpmadan saatlerce izlediğimi hatırlıyorum; amcam da gülerek, “Hadi yeter artık, gözlerini bozma” derdi.
Bir yaz akşamı, açık hava sinemasına gitmiştik. Gökyüzünün altında, yıldızlarla filmin iç içe geçtiği o akşam hayatımın en unutulmaz anılarından biridir. Çıkışta bana aldıkları kısa mavi pantolon, sadece bir kıyafet değildi; çocuk gönlümde büyük bir mutluluktu.
Amcamın oğlu Şükrü abim o zamanlar lisede, uçmak sevdasıyla yanıp tutuşuyordu. Bir gün Paraşüt Kulesi’nden atladığında ben aşağıda kalbim ağzımda onu beklemiştim. “Ya bir şey olursa?” diye korkarken, o gökyüzünden kuş gibi süzülmüştü. Yıllar sonra gerçekten pilot oldu. Demek ki bazı hayaller, daha çocukken insanın kaderine işleniyor.
Ankara, benim için sadece başkent olmadı. Çünkü Ankara demek amcam demekti, yengem demekti, Şükrü abim demekti. Onların varlığıyla Ankara’nın adı bile içimi ısıtırdı.
Amcam emeklilik yıllarını Şentepe’de geçirdi. Evinin önünde tavla sesleri eksik olmazdı. Kimi zaman tavlada, kimi zaman kâğıt oyunlarında herkesi yener, “Hadi bakalım, öğrenin bu işin kitabını!” diye kahkahalar atardı. Kazandığında sevinç çığlıkları mahalleye yayılır, çocuklar bile gülerdi.
Ama iş türkü söylemeye gelince, başka bir Mustafa amca çıkardı karşımıza. Babaannemin türküsü olan “Yüce dağ başında yanar bir ışık” türküsünü yanık sesiyle söyler, herkesi derinden sarsardı. Gözleri dolu dolu, sesi titrek… O anlarda çocuk yüreğimle bile anladım ki, amcam sadece gülen bir adam değil, koca bir yürek taşıyan insandı.
Bugün Mustafa Amcam artık aramızda değil. Ama onun sesi, gülen yüzü, tatlı azarları, sıcak kahkahaları hâlâ kulağımda. Bizim için Ankara oydu. Bizim için aile demek, birlik demek oydu.
Nur içinde yatsın…






