İnsan bir noktadan sonra yorulmuyor da...
Duruyor.
Öyle oturup beklemek gibi değil bu.
Dışarıdan bakan anlamaz belki ama, içerde bir şey çözülüyor.
Bir düğüm yavaş yavaş gevşiyor.
Kendi kendine sorular başlıyor sonra...
Yaptıklarım mı daha çok, yapamadıklarım mı?
Sustum mu zamanında, yoksa konuşarak mı kırdım?
Helallik verdim mi, helallik aldım mı?
Ben o defteri yıllar önce karalamışım. 2012 yazıyor kenarında.
Belki bir geceden kalma uykusuzlukla yazmışım. Belki bir cenaze sonrası içime çöken sessizlikle.
Ama hissim hâlâ taze...
“İnsan, hayatın sonuna geldiğini hissettiğinde durur ve düşünür.
Doğrusunu da hatırlar, yanlışını da.
Ve içinden sadece şunu geçirir..
‘Kötü şeyler de yaşadım. İyi ve güzel günler de gördüm.
Ama Allah’ım... bana huzurlu bir son nasip et.’”
Bakın şimdi, bunu yazarken fark ediyorum…
Dinin ne olduğu fark etmiyor, ırkın ne, rengin ne…
Ölüm yaklaşınca herkes aynı dile geçiyor.
Kendisiyle yüzleşiyor insan.
Çünkü o an, içini kimse süsleyemez senin yerine.
O an, makyaj tutmaz yüreğe.
Sonra bir gerçek çıkıyor karşına...
İnsan, sadece şu ya da bu sebepten ölüyor.
Kimi bir kaza, kimi bir hastalık, kimi bir sessizlikle.
Ama ölüm, hep aynı yere götürüyor bizi.
Asıl mesele şu ki...
Ölmeden önce huzur bulmak gerekiyor.
Çünkü mezar taşına yazılan “ruhu şad olsun” yetmiyor.
Yaşarken gönlümüz şad olmalı.
Ben artık şuna inanıyorum...
Huzur, ömür boyu aranmaz.
Yolu açılırsa gelir.
Kırmadan, kırılmadan, kin tutmadan yaşarsak... belki o da bizi bulur.
Bir gün, yaşadıklarımın hesabını Rabbime verirken “Huzur aradım ya Rabbi, bulamasam da peşine düştüm” diyebileyim istiyorum.
Kimi gün bulamadım.
Kimi gün kendime engel oldum.
Ama her gün aradım.
Arayanlardan olmak bile, yetiyor bazen insana.
Çünkü asıl kayıp, hiç sormamış olmakta gizli.