Bu aralar geçmişe dair çok şey geçiyor içimden…
Eskilerden, çocukluğumdan anıları yazmak, onları anmak mutlu ediyor sanırım beni.
Belki de yıllar geçtikçe insan, eskiye daha çok sarılıyor, çocukluğunun içindeki o saf mutluluğu tekrar hissetmek için.
İşte, o eski günlerden biri şimdi aklımda; fuarın önündeki arsada top oynadığımız günler...
Hatırlıyorum, adam paylaşımı neredeyse bitmek üzereyken ilk fire genelde Seyit Ekber’den gelirdi.
“Yemek hazır!” veya başka bir bahane... O futbolu pek sevmezdi.. Bize de belli etmezdi açıkçası..
Ne hikmetse.. her eşleşme öncesi de mutlaka orada olurdu...
Takımlar Büyükler ve Küçükler olmak üzere mutlak ikiye ayrılırdı..
Çok nadirdir karma maç yapıldığı..
11’e 11 oynayacak kadar kalabalık da olmazdı takımlar..
Ama sahadaki mücadele tam bir derbi havasındaydı.
Hele pazar günleri büyük abilerimizin turnuva tadındaki maçlarını kale arkasında beklemek…
İşte o başka bir heyecandı.
Gözümüz hep sahadaydı, biri eksilse de oyuna dahil olsak diye dua ederdik.
O günlerde En şanslımız Alparslan’dı.
Çok iyi bir kaleciydi.
İsmet veya İsmail Dost sahada yoksa, mutlaka kaleyi o korurdu.
Hafız ise bir kanat oyuncusuydu, tam bir fırtına gibi esiyordu sahada.
Abisi Kulahmet Ebzal oyunda değilse, kesin onun yerine girerdi.
Benim abim mi?
Futbolla tek ilgisi Galatasaraylı olmaktan ibaretti.
O da nasıl olmuşsa es kaza GS’li olmuştu.
Ailede başka Galatasaraylı yoktu.
Rahmetli babam Galatasaraylıydı ama O taraftar sayılmaz.
Maç izlemezdi, futbolla ilgisi pek yoktu.
Hep derdim içimden, “Öyle takım mı tutulur?” Ama işte herkesin sevgisi başka.
O arsada oynadığımız maçların tadı bambaşkaydı.
Toz toprak içinde, ter içinde oynadığımız her maç aslında bize bir şeyler öğretiyordu.
Düşsek de kalkıyorduk.
Eksilsek de mutlak tamamlanıyorduk.
O günlerde hayatın küçük bir provasını yapıyormuşuz da haberimiz yokmuş.
Şimdi fark ediyorum ki, sahada kalmayı, vazgeçmemeyi, pes etmeden devam etmeyi o sahada öğrenmişiz.
Hayat da tıpkı o maçlar gibi, canım abim..
Sahada kalmayı bilmek lazım.
Herkesin bir yeri var bu oyunda; kimisi savunmada, kimisi hücumda.
Ama en önemlisi, sahada kalmayı başarabilmek.
Mücadeleye devam etmek, yorulsan da bırakmamak.
Çünkü kimse senin için sahayı düzenlemez, mücadeleyi kimse senin adına vermez.
Ayağa kalkacak, sırtındaki tozu silkeleyip devam edeceksin.
Unutma, abim, seni sen yapan değerlerden vazgeçersen, kazansan bile aslında kaybetmiş olursun.
Bizim orada, sahada oynarken eksilenin yerini biri doldururdu ama oyunda kalmaya cesaret etmek başka bir şeydi.
Çünkü asıl olan oynamaya devam etmekti.
Düşersen kalk, oyunda değilsen sıranı bekle.
Hayat seni yorabilir, zorlayabilir ama asla vazgeçme.
“Yiğit düştüğü yerden kalkar,” der büyüklerimiz.
Ne kadar sert düşersen düş, kalkmasını bil.
Çünkü hayat, kazananların olduğu kadar pes etmeyenlerin de hikayesini yazar.
Tıpkı o arsada olduğu gibi, sahada kalmayı bilmek lazım.
Ve ne olursa olsun, yola devam etmek lazım.
Asla değerlerinden ödün vermeden.
Hatırlıyorsun değil mi?
O eski günlerde oynadığımız oyunlarda bir kural vardı: Dürüstlük.
Hile yaparak kazananı hiç kimse sevmezdi.
Bugün de aynı şey geçerli.
Hayatta hile yapmadan, özüyle dimdik duranlar kazanır.
“İşleyen demir ışıldar” derler ya işte öyle be abim.. Emek vermeden, mücadele etmeden hiçbir şeyin tadı olmaz.
Anladın mı, abim benim?
O eski günlerin çocukları olarak mücadeleyi hep bildik, hep kazandık.
Hayat sahasında hep oynayanlardan ol. Pes etme, vazgeçme, kendin ol unutma,
Nede olsa “Azıcık aşım kaygısız başım,” diyen bir milletin evlatlarıyız.
Yazınız, anlam yüklü metaforlarla bezeli bir eserin inceliğini taşıyor
Mükemmel bir yorumlama