Bir Uygarlık Eleştirisi
Utanmak...
İnsanı insan yapan en temel duygulardan biri.
Ve ne acı ki, artık utanmamayı marifet sayan bir çağdayız.
Toplumların çöküşü önce kalpten başlar. Kalpten utanma duygusu silinirse, ne yasa işler ne kural ne de nasihat. Çünkü utanmak, görünmeyen bir denetim mekanizmasıdır. Annenin öğüdüyle, dedenin sesiyle, Peygamber’in sünnetiyle içimize yerleşmiş bir duruştur.
Bugün "yaşam tarzı" adı altında her türlü ahlaksızlık meşrulaştırılıyor.
Ve buna ses çıkaranlara "gerici", "müdahaleci", "özgürlük düşmanı" yaftası yapıştırılıyor.
Oysa, Sokrates, binlerce yıl önce Atina sokaklarında dolaşırken, gençleri uyandırmak için sadece tek bir şey yapıyordu:
“Kendini bil!” diyordu.
Çünkü bir insan kendini tanımazsa, nerede utanacağını da bilmez.
Sınırı kaybeden toplum, her şeyin mubah olduğu bir bataklıkta debelenmeye mahkûmdur.
Albert Einstein, insanlık hakkında düşündükçe bilimin yetmediğini fark etmişti. Diyor ki:
“Dünyayı tehlikeye atanlar, kötülük yapanlar değil, onlara seyirci kalanlardır.”
Bugün kötülüğe karşı ses çıkarmayanlar, onu kendi eliyle büyütüyor.
Ve bir süre sonra, seyirci kalanlar da aynı çöküşün parçası hâline geliyor.
Çünkü kötülüğe alan açmak, en az kötülüğün kendisi kadar tehlikelidir.
İbn Haldun, toplumların yükselme ve çöküşünü incelerken "umran" yani medeniyet kavramının özüne ahlakı yerleştirir.
Der ki:
“Bir devletin temeli ahlaka dayanmazsa, yıkımı kaçınılmaz olur.”
Bugün biz bir medeniyet değil, bir seyir toplumuyuz.
Kötülüğü izliyor, susuyor, meşrulaştırıyor ve sonra onunla yaşamaya alışıyoruz.
Ama asıl tehlike bu değil.
Asıl tehlike, utanmamanın normalleşmesi.
İnsanlara her türlü sapıklığı yapıp normalmiş gibi davranmak ahlaksızlığını kutsamak...
Çocuğunu kaybeden annenin yasını aşağılayanlara "takma kafana" diyebilmek...
Her türlü rezilliği "sanat" ya da "özgürlük" etiketiyle yüceltenlere alkış tutmak...
Ve en sonunda şu hâle gelmek:
“İyi biriyse, işini iyi yapıyorsa özel hayatı bizi ilgilendirmez.”
Hayır.
Ahlakı yok sayan, karakteri örselenmiş bir insan ne işinde dürüst olur ne de toplumuna faydalı.
Çünkü karakter, hayatın bütününü şekillendirir.
Immanuel Kant, “Ahlak yasası içimde, yıldızlı gökyüzü üstümde” derken iki şeyi işaret ederdi:
Vicdan ve kainat.
Vicdanı olmayan, ne gökyüzünün farkındadır ne yeryüzünün değerinin.
Bugün vicdanı susturulmuş, utanmayı yitirmiş bir kitleyle karşı karşıyayız.
Ama hâlâ sorabiliriz:
"Utanmıyor musun?"
Bu bir hakaretten çok, bir uyanış çağrısıdır.
Bu soru, insanı içten içe sarsar.
Eğer hâlâ bir kırıntı kalmışsa içinde, o kırıntı kendini gösterir.
Mevlânâ şöyle der:
“Utanmıyorsan yapma. Çünkü kalbinin ölmediğini gösteren son işaret utanmandır.”
Ve biz, kalbimizi yitirmek üzereyiz.
O hâlde çağrımız nettir:
Utanmak bir zayıflık değil, bir yüceliktir.
Utanmak, kalbin diri kaldığını gösterir.
Ve uygarlık, işte o diri kalplerin üzerine kurulur.
Şimdi, utanmazlığa karşı utanmayı, sessizliğe karşı sözü, çürümeye karşı onarıcı iradeyi savunma zamanıdır.
Uyan ey insanlık…
Uyan ey vicdan…
Uyan ey kalp!
Çünkü hâlâ utanabiliyorsan, hâlâ umut var demektir.






