Kayseri-Niğde karayolu üzerinde seyrediyoruz. Yüzlerce TIR, yüzlerce kamyon, yük taşımacılığında kullanılabilecek ne kadar araç varsa hepsi yollarda.
Üzerleri Türk bayrakları ile süslenmiş, önlerinde yardımların kime ait olduğu yazılı pankart ve afişlerle kaplı bu araçlar, yardım malzemeleri ile dolu.
Nerede ise, Karadeniz ayağa kalkmış, Rize, Ordu, Giresun, Samsun, Trabzon, Yozgat, Çorum, Tokat plakalı yüzlerce araçtan oluşan yardım konvoyları ağır ağır Adana üzerinden Hatay’a, Maraş’a, Adıyaman’a, Urfa’ya, büyük faciayı yaşayan il ve ilçelere doğru yol alıyor.
Yollarda, sadece yardım taşıyan araçlar var.
Birde, yolun karşı tarafı var.
Yardımları deprem bölgelerine ulaştırıp yeni malzemeler yüklemek için hızla şehirlerine doğru yol alan boş araçlar ve içinizi burkan gördüğünüzde bile, ne kadar yorgun ve bitkin olduklarını kolayca görebildiğiniz, üzerlerine yerleştirilmiş kırık dökük bagajlara yüklenmiş yatak, yorgan, valiz ve çantaları ile yavaş yavaş giden otomobiller.
İçinde, analar- babalar, nineler- dedeler, saçları darmadağın olmuş, her şeye rağmen gülücükleri çiçek gibi açmış çocuklar..
Acaba, nereye gidiyorlar?
Nereye ulaşmaya çalışıyorlar?
Kendilerine kucak açacak sıcak bir yuvaları olacak mı?
Yemek yiyecek, su içecek paraları var mı?
Acılı, yorgun bitkin bir bilinmezliğe doğru gidiyorlar.
Nazım Hikmet’in şu dizelerini hatırlıyorum..
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak bu cehennem, bu cennet bizim ..
Vee…. Bu insanlar bizim.. Bizim..