Bizim nesil, en az bin yıllık şehir kültürünü besleyen geleneğinin malzemesiyle hayatını yaşadı: Ço cukluğumuzda babalarımızın kullandığı yemeniyle ve hatta dedelerimizin giydiği çarıkla tozlu yollarda dolaştık. Telden teker yapıp koşturduk. Mermerden bile ürettik. Çaputları toplayıp iple sararak topa dönüştürüp peşinde koştuk. Yumurta haşlayıp küllüklerde yarıştırdık. Aşık oynadık. Birbirimizin sırtından birdirbir atladık. Sığır güttük, koyun-kuzu yaydık. Akşamları gaz lambasının solgun ışığında ekmek tahtasının etrafına bağdaş kurup ders çalıştık. Kış gecelerinden tandırın üzerine atılan yorganın içine ayaklarımızı saklayarak hayata tutunmaya çalıştık. Kışın kar kürüdük, yazın çift sürdük, ama okuduk. Okumayı aşk edindik. Bu aşkı, yoksulluğun çaresizliği içerisinde kıvranan analarımız-babalarımız aşıladı bizlere. Onlar yaşadıkları kaderin bir adım ilerisine götürmek için bu fedakârlığı yaptılar. Bizler de dişimizi tırnağımıza taktik birçok ceberut hocanın zulmüne rağmen okumayı başardık.
Bir köy çocuğunun daha asfaltı görmeden köyünden 500 Km. öteye savrulması ne demektir? 1950’lerin ortasında, Sivas’tan Adana’ya okumak için koşmak neyle izah edilebilirdi? 1960’ların başında Kayseri’den İzmir’e savrulmak hangi aşkın çilesi olacaktı? Biz, bugünlere gelirken böyle karmaşık bir hayat örgüsünün içerisinde, sabırla, direnerek hayata tutunduk. Onun içindir ki, geleceğimiz kadar geçmişimizin de kıymetini iyi bildik ve onun küllerini hayatımızın besleyici iksiri olarak gördük.
Bizim sosyal dünyamız modernizmin erozyonu altında sürüklenip yok edildi. Günümüzün neslinde bu ruh, bu heyecan ve bu idealizm yoktur. Haz ahlakıyla beslenen nesil, fedakârlığı kendi çıkarının sınırları içerisinde bile tutmamaktadır.
Kendimize göreliğimizi kaybettiğimiz için bugün şehirler geleneğin idealizmini öldüren birer ahtapot gibidir. Gençler üç günde âşık oluyor, beşinci haftada evleniyor, altıncı ayda boşanıyorlar. Rezidans denen bir ucube kültür yerleştirdiler, insanların ne düğününden ne de ölümünden haberi var.
Sonuç itibariyle şehirler örfüyle, kültürüyle ruhunu taşıyordu. Şimdi bunları kaybettik. Şehirler yığınların sürü halinde başıboş dolaşan aylak insanların yerleşim alanlarına dönüştü. Aynı binada birbirini tanımadan yaşayıp ölenler var.